Mevlana’nın Belh’teki Evine Gittik

Mevlana ile ilgili bir çok şey yazılıp söyleniyor. Bugüne kadar en kalıcı ve en kapsamlı Mevlana belgeselini Belgesel yayıncılık ve Devri Alem TV olarak bizler hazırladık. Büyük sıkıntılar ve zorluklara katlanarak Mevlana’nın dünyaya geldiği Afganistan’ın Belh kentine giderek belgesel çekimlerimize başlayıp, belgeselimizi son noktayı Konya’da koyduk. Hazırladığımız Mevlana belgeseli bugün bir çok TV kanılanda büyük beğeniyle izleniyor.

 Mevlana sevgisi

Her şeyin sanal olduğu ve çıkara dayandığı bir dönemde Mevlana’yı anlamak ve anlatmak önemli .Sanal bir alemde yaşıyoruz.Herşey sanal. sevgiler, arkadaşlıklar ve dostluklar.Vefasızlık almış başını gidiyor.Böyle bir çağda Mevlana sevgisine, islamın hoşgörüsüne ve kültürümüzdeki vefaya ihtiyaç var.

Her şey gerçekten boş.Kubbede hoş seda bırakabilmek çok önemli.Kubbede hoş seda bırakmak adına Mevlana’yı anlamak ve anlatmak üzere Türkiye’den yola çıkıp Mevlana’nın dünyaya geldiği Afganistan’ın Belh  şehrine gittim. Mevlana’nın doğduğu evin önünden yola çıktım. Mevlana’nın Konya’ya  geldiği güzergahı takip edip geçtiği yerlerden geçip, ‘Belh’ten Konya’ya Mevlana Belgeseli’ hazırladım. Bu belgeselin hazırlanış hikayesi çok uzun .Biz kısaca sizlere Mevlan’a yolunu gezdirmek ve Mevlana’yı anlatmak istedik.

Belh’ten Konya’ya Mevlan yolu

Mevlana’nın bugün Afganistan’ın Belh kentinde olduğunu acaba kaç kişi biliyor. Her yıl 17 Aralık’ta Şeb-i Aruz törenleri düzenlenir. Mevlana anlatılır, Mevlana’nın Afganistan’ın Belh kentinde ki evinin perişan ve yıkık halinden kimse söz etmez. Evin yıkık ve perişan hali ilk kez devri Alem kameralarıyla Türk ve Dünya kamuoyuna duyuruldu. 3 bin 800 metrelik Pamir ve Hindikuş dağlarının zirvesi Salenk geçidinden geçerek Belh’e gidip, Mevlana’nın dünyaya geldiği evde belgesel çektik. Evin restorasyon ve tamiri için Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri ve Afganistan’ın Türkiye büyükelçisi ile görüşmeler yaptık. Bu konuda ki çalışmamız hala sürüyor.

En kapsamlı Mevlana Belgeselini Devr-i Alem çekti

 Mevlana ile ilgili bir çok belgesel çekildi. Ancak en kapsamlı Mevlana belgeselini “Belh’ten Konya’ya” Mevlana yolunu takip ederek ilk belgesel çekmek bize nasip oldu. Bir çok TV’de yayınlanan program büyük ilgi gördü. Belh’ten Konya’ya Mevlana belgeselimizin senaryo metnini sizlerle paylaşıyoruz. Mevlana belgeselinin senaryo metnini okumak için www.gebzegazetesi.com adresine girebilirsiniz.

Mevlana Belgeselini İzleyin

Büyük özveri ve sıkıntılarla çektiğimiz Belh’ten Konya’ya Mevlana belgeseli bir çok TV kanalında yayınlanıyor. Belgeselin bir kısmını internette de yayınlayarak kültür tarihimize hizmet istedik. Mevlana belgeselini internetten izlemek için gazetemizin kardeş yayın organı olan http://www.belgeselyayincilik.com sitesinde ki Devri Alem TV’den izleyebilirsiniz.

Sonuç olarak Mevlana’yı bir kez daha minnet, şükran ve rahmetle yad ediyor, Mevlana’nın Afganistan’ın Belh kentinde ki evinin bir an önce restore edilmesini Türkiye cumhuriyeti ve Afganistan yetkililerinden bekliyoruz.

   İsmail Kahraman’ın  Kalem ve Kamerasın’dan

     BELH’TEN KONYA’YA MEVLANA BELGESELİ…

Bir Devrialem programında daha birlikteyiz sevgili seyirciler. Bu programda sizi önce bugünkü Afganistan toprakları olan Belh’e götürecek, Hz Mevlana’nın Anadolu topraklarına erme hikayesini birlikte izleyecek felsefeleriyle, eserleriyle yüzyıllar ötesine ışık tutan Allah aşıklarının örnek hayatlarına tanıklık edeceğiz… İbn-i Arabiler… Feridüttin-i Attar’lar… Şems-i Tebrizi’ler… ve Mevlana Celaleddin-i Rumi… Mevlana’nın “İnsan” düşüncesine yeni ufuklar açarak köklü bir kültürün nasıl mimarı olduğunu, İslam yolunda verdiği hizmeti göreceksiniz. Devri Alem başlıyor.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! 
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

Çağlar ötesinden günümüze uzanan kutlu bir nida.. Sonsuz kavrayışın ve sonsuz aşkın yolcusu. Gönüllere taht kurmuş bir gönül sultanı. Kendi iç dünyasında derinleşip manevi bir yolculuğa çıkmak, kendini bilmek ve tanımak isteyenlerin rehberi. Yüzlerce yıldır karanlık gönüllere ışık saçan sevgi deryası. Hayatı boyunca sevgiliye kavuşmanın iştiyakıyla yanıp tutuşmuş vefat ettiği günü Şeb-i Arus yani düğün gecesi yani vuslat bilmiş, yaşamını hamdım piştim yandım sözleriyle özetleyen bir hak dostu. Mevlana Celaleddin-i Rumi.. Yüzyıllar geçmesine rağmen sözleri, yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında gönüllerde yankı buluyor. İnsan yaratılmışların en şereflisidir düsturuyla her dilden her dinden her renkten insanı kucaklayan hz. Mevlana, sevginin, kardeşliğin, barışın ve hoşgörünün sembolü olarak yaşamaya devam ediyor.

Büyük islam alimi, mutasavvıf, şair ve düşünür olan Mevlana Celaleddin Rumi, Anadolu’ya yedi ülkeyi aşarak çok uzun bir yolculuğun ardından geldi; babası, ailesi ve kalabalık bir toplulukla. Devri Alem, Işığını dünyaya Anadolu’dan yayan bu güneşin yörüngesini izlemek için yola koyuluyor. Göç sırasında geçtiği kentlerin, çöllerin, vadilerin, kültürlerin peşine düşüyor.

Afganistan topraklarına uzanıyoruz. Hz. Mevlana’nın doğduğu coğrafya’ya.. Yüzyıllar boyunca insanlığa kılavuz olan yüce âlimler dergâhına.. Ahmet Yesevi’lerin, Hacı Bektaş-ı Veli’lerin, Tapduk Emre ile Yunus Emre’lerin ayak sürdüğü bereketli topraklara doğru yol alıyoruz. Belh şehrine gidiyor, Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin hayat serüvenini takip ediyoruz. ve Afganistan’ın kuzeyinde, geçmiş zamanların kavşak noktası Belh kentindeyiz. Burada zaman duruyor adeta.. geçmişe doğru yol alıyoruz.

Burası Afganistanın Belh Şehri. Barış ve Hoşgörü dini olan İslam’ın hüküm sürdüğü XIII. Yüzyılda Hz. Mevlana’nın doğduğu bu topraklar, Moğol saldırıları ile alt üst ediliyordu. Dönemin Sultanı Muhammed Harzemşah’ın sebep olduğu savaş intikam peşinde koşan Cengiz Han’ın torunu Çağatay’ın akınlar sırasında öldürülmesi ile tarihçilerin bile kaleme alamadıkları dehşet verici saldırılara sebep olacak ve bu coğrafyayı kana bulayacaktı. 8. ve 9. asırlarda İslam’la şereflenen ve 13. yy’a değin nice Hak dostunu yetiştiren bu bölgedeki Harezm ve Horasan ahalisi şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir intikamla taş taş üstünde bırakmamaya yemin eden Cengiz Han’ın dehşetli istilasına tanık oluyordu. Ve tek yapabildikleri şey bu toprakları terk edip batıya Anadoluya doğru yol almak olmuştu. Büyük bir göç dalgası başlamıştı anadoluya doğru. Şiddeti dinmeyen Moğol baskısı nedeniyle İran ve Harezm’den göç edenler arasında çok değerli âlimler de vardı. Bu topraklarda dolaşırken erenlerin, alperenlerin hak dostlarının ayak seslerini duyar gibi oluyoruz.

Yolculuk Anadoluya doğruydu. O zamanlar Türk İslam Kültür ve Medeniyet düşüncesinin vücut bulduğu geniş topraklar ve özellikle Anadolu toprakları karma bir nüfus yapısına sahipti. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Türkler İslam’ın hoşgörü bayrağı altında, o devirde birçok coğrafyada yaşanamayan saadete sahiplerdi. Bölge yöneticilerinin İran ile sağladıkları sıkı ilişkiler, dostluk bağları resmi dilin Farsça olmasını ve yönetimin Farisi etkisini apaçık ortaya koyuyordu.

 Büyük Selçuklu Devletinin hüküm sürdüğü devrin Sultan isimleri bile Keykavus, Keykubad, Keyhüsrev gibi İran kahramanlarının adlarını taşıyordu. Konya’yı Konya yapan Mevlana’nın hayatının büyük bölümünü geçireceği toprakların durumu ise Anadolu’nun geneli gibiydi. Her dinden, her ırktan insan birlik ve beraberlik içinde yaşıyordu. Büyük düşünürlerin, yöneticilerin, devlet ve hukuk adamlarının yetiştiği bu dönem öyle bir dönemdi ki orta Asya menşeli birçok ulu zat da Anadolu’ya geldi ve Anadolu kültürünün zengin kültürüne zenginlik kazandırdı. Rum’a gelen bu değerli âlimler arasında İbn-i Arabî, Şems-i Tebrizi, Evhadüddin Kirmani, Burhaneddin Tirmizi, Hacı Bektaş-i Veli gibi mübarek zatlar vardı. Dinlerin kaynaştığı ve kültürlerin harman olduğu Anadolu, o yıllarda Doğu ile Batı’nın buluştuğu bir merkezdi. Ne var ki, 13. asırda İslam Devletlerinden birisi olan Selçukluların yurdu olan Anadolu da haçlı saldırıları ile yağmalandı ve on binlerce Müslüman’ın şehit edildi. Bu zulme uğrayan Müslüman halk kendi yaralarını henüz saramadan, haçlı saldırılarının tesirinden kurtulamadan bu sefer de doğudan gelen büyük bir tehlikenin, Moğol tehlikesinin yaklaştığı haberini aldı. Moğollar, kendi topraklarından çıkıp batıya doğru ilerlediler ve Anadolu’nun ortalarına kadar olan bütün ülkeleri istila ettiler. Tek amaçları verimli topraklara, otlaklara sahip olmak ve insanların ellerindeki servetleri ele geçirmek olan bu yağmacı grup, aralarında Harezm’de Necmüddin Kübra, Nişabur’da feriduddin Atar gibi ünlü şahsiyetlerin de bulunduğu kişileri katletti. Moğollar Konya kapılarına dayanıp Anadolu Selçukluyu da bozguna uğrattı. O dönemde Müslümanların elinde onlarla savaşacak hiçbir şey kalmadı, halkı Moğollara karşı savaşa yollamak, onları ölüme yollamak ile aynı anlama geliyordu.

MOĞOLLAR TUTUNAMAYACAK

Hayatı boyunca tüm insanlığa şiiriyle, gazelleriyle hoşgörü çağrısı yaparak her kim olursa olsun kucaklayan Mevlana, insanlık şuurunu Kuran-ı kerim’in ışığı altında yorumlamış ve beşer olmanın faziletini en öz şekliyle duyurmuştur…

Mevlana yaşadığı halkı tanıdığı kadar Moğolların karakterini de bildiğini ve eninde sonunda Moğol’un Anadolu’da tutunamayacağını, Müslümanların da bu beladan kurtulacakları konusunda büyük bir kanaat taşıyordu. Mevlana bu görüşüyle “Resûlullah (sav)” izinden ilerliyor, emirleri doğrultusunda önderini örnek alıyordu. Peygamber Efendimiz böyle musibet zamanlarında iman edenlere nasıl davranılacağını beyan etmişti: (Muhammed Bin. Ebu Bekir’in torunu Abdurrahman b. Kasım’ın rivayetiyle Resûlullah)

 “Müslümanlar, benim başıma gelen musibetlere bakarak, kendi karşılaştıkları musibetlere karşı güç bulsunlar…”

ALİMLER PEYGAMBER VARİSLERİDİR

Anlatılan bütün bu zulümleri gören çileli ve mazlum Müslüman halkın içinde yaşayan Mevlana Celaleddin Muhammed de bu düstur ile yaşardı. Mevlana Müslüman’dı! O hayırlı bir ferdiydi, en hayırlı ümmet diye anılan bu ümmetin…

Şüphesiz peygamberler insanlığa miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu manada, âlimler de peygamberlerin varisleridir. Mevlana da sözü geçen cümlede bu âlimler arasında yer alan bir şahsiyettir. O da Peygamberimizin ümmetine bıraktığı iki şeyin varisidir. Bunlar kuran ve sünnettir.

 Resulullah (sav) bu konuda şöyle buyurur:

 “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığınız müddetçe, asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar: Allah’ın Kuran’ı ve Peygamberin Sünnetidir.”

 Mevlana’da bu mirasların varisi olduğunu şu satırlarla beyan eder:

 “Canım bedenimde oldukça Kuran’ın kuluyum. Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse, o nakleden de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim”

 Mevlana’nın yaşadığı bu yerlerde hem haçlıların zulümleri ve doğudan gelen Moğol saldırıları halkın âlim kişilere yakınlaşmalarına, peygamber efendimizin sünnetine ve Allah’ın kitabına daha sıkı sarılmalarına sebep oldu. İnsanı “Eşref-i Mahlûk” ilan eden İslam’ın var olduğu topraklarda, Allah’ın yarattığı en mükemmel yaratık bu baskı ve zulümden kurtularak, kendini tekrar bu yüce makama yaraşır yere erdirecek bir sentez arayışına girdi. Bölgedeki beyler ise halkın bu umumi temayülüne uyarak âlimleri korudu onlar için tekke, zaviye ve medreseler yaptırdı. İşte bu dönemde insanların tasavvuf erlerine olan ihtiyacı, Anadolu beylerinin olumlu tutumları ve böylesine büyük âlimlerin varlığı sayesinde bölgenin büyük şeyhlerin yetişmesinde ne denli elverişli olduğu anlaşılıyor.

BABASI’DA KENDİSİ GİBİ ALİMDİ

Yıllar boyunca insanlığın yolunu aydınlatan Mevlana Hazretleri bir Ahmet Yesevi, bir Taptuk Emre, bir Yunus Emre gibi kültür ve medeniyet tarihimizin yapı taşlarından birisi… Mevlana da kendisi gibi alim bir babadan dünyaya geldi. Kuran ve sünnet yolundan başka bir yol tanımayan, ilim ve irfan aşıydı… Ve işte o SULTANÜL ULEMA’ydı… Alimlerin Sultanı Muhammed Bahaeddin Veled…

Mevlana’nın babası Muhammed Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled, babası Celaleddin Hüseyin el-Hatibi, Belh’te Hatib oğulları adını taşıyan bir aileye mensuptu. İlmi ile şöhret bulan bir ailenin mensubu olan Bahaeddin Veled’in annesi ise Harzemşahlar hanedanındandır. İşte Bahaeddin Veled ilmiyle ve asaletiyle temayüz eden bir aileden dünyaya geldi. Devrinin parmakla gösterilen mutasavvıflarından olan Bahaeddin Veled Kuran-ı Kerim’e ve sünnete olan bağlılığını meşhur eseri olan Maarif adlı eserinde şöyle beyan eder:

“Muhammed (sav) yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş ve yolundan daha doğru bir yol görmedim. Sen yokken ne havas vardı, ne nüvum. Ne felsefe vardı, ne hikmet.”

Sultanül Ulema mücahit bir İslam âlimiydi. İslam’a zarar getirecek hurafe ve bid’atlara karşı en sert üslubunu takınırdı. Bid’at yapanlar ister devrin Sultanı Harzemşah olsun isterse meşhur müfessir Fahreddin er Razi ya da herhangi sıradan biri olsun mevki ve makamına bakmaksızın sert bir tavırla eleştirirdi. Harezm’in Sultanı Alaeddin Muhammed Harzemşah, Sultanül Ulemanın müritlerindendi. Daima huzuruna gelir giderdi.

Bahaeddin Veled minberde vaaz verirken Fahreddin er Razi’ye ve Harzemşah’a onların da vaazda bulundukları sırada daima bidatçılar der sözünü esirgemezdi. Lakin onlar, bu açık sözlülükten ve azarlamadan son derece rahatsız olurlardı. Sultanül Ulema, bir muvahhit alim olarak İslam alimi olma sorumluluğunun şuurunu taşıyordu. Bu nedenle halkı irşat etme konusunda halkı ilgilendiren hiçbir ilmi onlardan saklamadan vermekti gayesi.

Sultanul Ulema, Ebu Hureyre (ra)’ın rivayetiyle rasulullah (sav)’in buyurduğu:

“Hıfzettiği bir ilim kendisine sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyamet günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş olduğu halde (mahşere) getirilir.”

Hadis-i şerifine göre alemlerin Rabbi olan Allah’ın bahşettiği ilmin hakkını vererek amel etmek yolundaydı. Sadece üzerine düşen irşat ve tebliğ vazifesini Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadan yerine getirme gayesindeydi. Kuşandığı ilmin gereğini ise yeri geldi mi işte böyle açık yüreklilikle bir sultana karşı dahi dile getiriyordu.

BAYRAK MEVLANA’YA GEÇİYOR

Ve Belh semalarını nurlandıran, din, dil, ırk gözetmeksizin tüm insanlığı İslam sancağı altında kucaklayacak olan Mevlana Celaleddin-i Rumi varlığı ile yeryüzünü şereflendirdi… Allah’a ve onun kitabına olan sonsuz imanı ile sahip olduğu muvahhit mümin karakteri daha sonra onun yerine geçip tebliğ ve irşat vazifesini devam ettirecek olan oğlu Mevlana’ya geçti…

Türk ve İslam aleminin yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan olan Mevlana’nın dünyaya yayılacak olan irfan ve hikmet kaynağı, “gel, ne olursan ol yine gel” vecizesinde vücut bulan bir kuşatıcılık ile asırlarca insanlığa yol gösterecektir.Işığını Anadolu’dan tüm dünyaya yayan bu gönül insanın adı, mesnevinin mukaddimesinde de  kaydedildiği üzere Mhammed’dir. Babası ile aynı adı taşıyan bu mübarek insan, Belh şehrinde 30 Eylül 1207’de doğdu. Mevlana’ya saygıdan ötürü Hüdavendigarımız, şeyh, molla gibi birçok lakapla seslenilmiş efendimiz manasına gelen Mevlana ismi Celaleddin Muhammed ile birlikte özel isme dönüştü. Muhiddini Arabi’nin neşr ettiği Vahdet-i Vücûd felsefesiyle yoğruldu, şiiriyle, sûfiyane fikirleriyle Belh’ten, Anadolu’ya, Anadolu’dan İstanbul’un fethinden sonra Batı’ya yayılacak olan Mevlevi kültürünün ilk adımları atıldı. Mevlana, derin ilminden dolayı fetvasına başvurulan alim ve fazıl bir kişi idi…

HİCRET BAŞLIYOR

Ve işte Mevlana’nın hayatındaki en büyük dönüm noktası olan hicret başlıyor… Göç sebeplerini, göç duraklarını görecek, Mevlana’nın küçük yaşlarda nice değerli alim ile olan temaslarını dinleyeceğiz…

Sultânü-l Ulema üzerine düşen kulluk vazifesinden dolayı vaazlarında açık yüreklilikle gündeme getirdiği konular ile yerinde eleştirileri, toplumda söz sahibi olan bazı kişileri rahatsız etti. Bu kişiler de Sultanül Ulema’yı yıpratma politikalarına girişerek sürekli onun aleyhinde bulunuyor, olumsuz tavırlarla huzursuz ediyorlardı.

Harzemşah ve etrafındaki ilim adamlarının da rahatsız edici üslupları neticesinde ve bir yandan da yaklaşan vahşi Moğol saldırıları tehlikesinden ötürü Sultanül Ulema hicret etmeye karar verdi. Müritlerinden ve talebelerinden oluşan üç yüz kişi ile birlikte hareket ettiler…

Kaynaklarımız göç sırasında Mevlana’nın yaşı hakkında farklı bilgiler vermektedir. Eflaki göç sırasında Mevlana’nın 5 yaşında olduğu hakkında bilgi verir ve buna göre de göç tarihi 609/1212 olarak belirtilir.

Sultanül Ulema ve Belh’ten ayrılan ilim, hikmet ve irfan kervanıyla varmak üzere oldukları şehrin hükümdarı ve ileri gelenleri tarafından karşılanıyor, misafir ediliyorlardı. Ama Bahaeddin Veled kendine iltifat edilecek bir değil irşatlarını rahatça yapabileceği ve ilmini icra edebileceği bir yurt arıyordu.

İLK DURAK NİŞABUR

Belh’le başlayan Nişabur ile devam eden Bağdat, Kufe ve Mekke’yle devam edecek olan göç haritasının ilk durağı, Feridüttin-i Attar memleketi, devrin en önemli ilim ve kültür merkezlerinden Nişâburdayız.

Nişabur, İran’ın Horasan bölgesinde bir kenttir. Binalud dağının güney eteğindeki geniş ve verimli ovada kurulu olan şehirde tahıl ve pamuk ekimi, tarımsal ticaret, halıcılık ve çömlekçilik başlıca ekonomik etkinliklerdir. Sasani kralı I. Şapur’un kurduğu söylenen şehir adını da bu hükümdardan almıştır. 7. yy’da önemli ölçüde gerileyen bölge, 999’da sona eren sasani hanedanalrının yönetiminde yeniden önem kazandı. 1037’de Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in yerleşim merkezi olan Nişabur, 13. yy’daki Moğol istilası nedeniyle ve şiddetli depremlerle büyük oranda hasar gördü. Kubbesiyle ünlü bir türbe olan Kademgah, Ömer Hayyam’ın türbesi ve İmamzade Mahruk camisi Nişaburdaki önemli yapılardandır.

Nişâbur’a uğradıklarında Mevlana Bahaeddin’in ziyaretine İslam irfanının tanınmış meşhur şahsiyetlerinden şeyh feridüddin Attar gelir. Henüz küçük yaşta olan Mevlana Celaleddin’de derin kabiliyetler gören Attar “Esrarname” adlı eserini küçük Celaleddin’e hediye eder ve şöyle der:

“Çok zaman geçmeyecek ki, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler salacaktır.”

İLİM İRFAN YURDU BAĞDAT

İlim ve irfan kervanının bir sonraki uğrağı, uzun yıllar boyunca İslam dünyasının başkenti olan ve en eski medeniyetlere ev sahipliği yapan Bağdat’tır…

“Adalet Bahçesi” anlamına gelen Bağdat Irak’ın başkentidir. Mezopotamya’da Dicle ırmağının iki yakası üzerinde bir ova üzerine kurulan şehir, yukarı Mezopotamya’da Dicle nehrinin iki yakasında yer aldı. Babil gibi eski medeniyet şehirlerinin yakınında kurulan Bağdat’ın bir adı da Darüsselam’dır. Abbasiler zamanında İslam Devleti’nin başkenti olan kent, 1058 yılından sonra Selçuklu sultanlarının uğrak yeriyken, Osmanlı döneminin de önemli bir vilayetiydi.

İşte İlim ve irfan kervanı Nişabur’dan sonra Bağdat’a gelir… Hicaz bölgesine gelip Hac vazifesi yapmak üzere Bağdat’a gelen Bahaeddin veled’i bağdat’ın meşhur alimi Şahabeddin Sühreverdi karşıladı. Üçüncü gün baha veled kûfe üzerinden Kabe’ye gider ve hac farizasını yerine getirir. Dönüşte ise Şam’da uğrar.

MEVLANA DIMAŞK’DA

İnsanlık tarihinde dünyanın en kıdemli şehirlerinden olan Şam, İslam tarihi içinde de doğunun incisi gibidir… Nice Allah dostunun yolu bu topraklardan geçtiği gibi, Mevlana’nın yaşadığı çağda da sayılamayacak kadar çok alim bu şehri şereflendirenlerden oldular.

Arapça’da “Dımaşk” olarak anılan Şam Suriye’nin başkentidir. Suriye’nin güneybatı kesiminde yer alan şehrin tarihi İÖ 3. binyıla değin uzanır. Kasiyun dağının eteğinde, el-Gute vahasının ortasında yer alan Şam, dağlık batı kesimi dışında diğer yönlerden çevredeki ovalara açılır. Akdeniz’e 80 km uzaklıkta olmasına karşın batısında yükselen Lübnan Dağları nedeniyle ve yüksekliğin etkisiyle oldukça soğuk kışlar geçirir. Şam, Ortadoğu’daki diğer başkentler gibi İÖ 8. yy’da Asurluların, İÖ 7. yy’da Babil’in, İÖ 6. yy’da da Perslerin egemenliği altına girdi. İlk Emevi Halifesi Muaviye ile başkent olan şehir yaklaşık bir yüzyıl boyunca tarihteki en büyük İslam devletinin merkezi olarak kaldı. Bu topraklarda günümüze dek ulaşan en önemli yapı Emeviye Camisidir. Osmanlıların 1516’da Suriye’yi ele geçirmeleriyle Şam siyasal gücünü yitirdi ama ticari önemini korudu. Mekke ve Medine’ye açılan hac yolu üzerindeki en önemli menzillerden biri olması da kente büyük kazançlar sağladı. Osmanlılar’ın 1918’de kenti boşaltmasının ardından Suriye’nin bağımsızlığını ilan etmesiyle Şam başkent oldu. Bir süre Fransız mandası olarak kalan bölge 1925’te Fransızlar tarafından bombalandı. 1946’da tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşan Suriye’nin başkenti Şam olarak kaldı. Bu şehir, günümüzde gelişmekte olan ülkelerin birçok kentiyle aynı özellikleri ve sorunları bulunan bir metropoldür. En önemli cami, Pazar ve kervansaraylar eski kentte yer alır. Kırsal kesimden gelen göçler nedeniyle nüfusu bugün eskisinden beş kat daha fazladır. Sünni nüfusun çoğunluğu oluşturduğu kentte en önemli dinsel azınlık grup Alevilerdir. Yüzyıllardır başta kumaş olmak üzere lüks mal üretimiyle ünlü olan Şam bugün modern kimya, çimento, gıda ve deri işleme, mobilya, giysi ve ayakkabı gibi çok yönlü bir sanayiye sahiptir. Şam’da Suriye’nin başlıca eğitim ve bilim kuruluşları yer almaktadır. Bunlar; ülkenin en büyük ve en eski üniversitesi olan Şam Üniversitesi, Şam ulusal Müzesi, Arap Akademisi ve Esad Kütüphanesi’dir.

Şam öyle bir şehirdi ki, Mevlana’nın dahi Babası Bahaeddin Veled’in ardından ilim tahsil etmeye gittiği, kendi gibi âlim insanlarla sohbet ettiği öylesine değerli…

Şam’da Vahdet-i Vücud felsefesi ile yüzyıllar boyunca hem doğulu hem de batılı alim ve düşünce adamlarına ışık tutacak değerli bir zat olan İbn-i Arabi ile görüşür. Mevlana’yı gören İbn-i Arabi’nin şöyle dediği rivayet edilir:

“Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor.”

Kervanın göç boyunca takip ettiği yol güzergâhı, her şehirde bir süre kalmak kaydıyla Nişabur, Bağdat, Hicaz, Kudüs, Şam, Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde ve bugünkü Karaman toprakları olan Larende’dir.

Larende’de İslam Sultanı Alaeddin Keykubat’ın naiplerinden Emir Musa, sultanül Ulema için şehrin ortasında bir medrese yaptırılmasını emretti. Ve ilim kervanı uzun bir müddet Larende’de kaldı. Yedi yıldan daha fazla Emir Musa’nın yaptırdığı medresede kalan Sultanul Ulema burada onsekiz yaşına giren Mevlana Celaleddin’i Larende’de hoca Şerefeddin Lala-yi Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun ile evlendirdi. Bu evlilikten Mevlana Hazretlerinin Sultan veled diye meşhur olan Muhammed Bahaeddin ve Muhammed Alâeddin adlı iki oğlu dünyaya geldi. Larende’de bu yedi yıl içerisinde Mevlana’nın annesi Mümine hatun ve ağabeyi Alaeddin Muhammed vefat eder.

VE MEVLANA KONYA’YA GELİYOR…

İlim ve İrfan kervanının son durağı yüzyıllarca merkezi Konya’da olacak muazzam bir kültürün “Mevlevi Kültürü”nün yaşayacağı ve dünyaya açılacağı yer olan Konya’dır…

Büyük bir bölümü İç Anadolu Bölgesi’nde, bir bölümü de Akdeniz Bölgesi’nde bulunan Konya; 47.420 km karelik yüzölçümüyle Türkiye’nin en büyük ilidir. Doğuda Niğde, güneyde İçel ve Antalya, batıda Isparta ve Afyonkarahisar, kuzeybatıda Eskişehir, kuzeyde de Ankara illeriyle çevrilidir. Batıda Sultan Dağları ve güneyde Toroslar’ın oluşturduğu doğal sınırları vardır. Akşehir ve Tuz göllerinin bir kısmı ile Beyşehir gölünün de büyük bir bölümü Konya sınırları içindedir. Dağlık alanlar dışında şehrin doğal bitki örtüsü steptir. Orta kısımlarda rüzgar aşındırması sonucu oluşan Karapınar kumluğu gibi çölü andıran alanlar oluşmuştur. Dağlık alanlardaki ormanlar ardıç, karaçam, kızılçam, göknar ve meşeden oluşur. Konya Türkiye’nin tahıl ambarı olarak nitelendirilir ve büyük miktarlarda bitkisel ve hayvansal üretim yapılır. Sanayinin de göz ardı edilemeyeceği ilde Konya Organize Sanayi Bölgesinin kurulması il sanayisinin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Yeraltı kaynakları bakımından zengin olan ilin çeşitli kesimlerinde mermer ve kaya tuzu yatakları vardır. Konya ilinin yerleşim tarihi Çatalhöyük ve Erbaba kazının sonuçlarına göre Neolitik Çağa değin uzanmaktadır. Hatta Karahöyük’teki kazılarda büyük bir Hitit kentinin kalıntılarına rastlanmıştır. İ.Ö. 13. yüzyıla değin Hititlerin yönetiminde olan Konya daha sonra friglerin ve kimmerlerin egemenliğine girdi. Romalılardan önce İkonion olarak adlandırılan Konya’yı, Anadolu Selçukluların kurucusu I. Süleyman Şah 1074 ele geçirdi. 11. yüzyılın sonunda haçlıların aldığı Konya daha sonra Konieh ve Konia olarak adlandırıldı. Bizans ve Haçlı saldırılarına uğradığı dönemde Konya isminin kullanıldığı kent Anadolu Selçukluların başkentlerinden biriydi. Selçuklular döneminde bayındır bir yerleşme haline geldi; Mevlana Celaleddin Rumi ve babası Bahaeddin Veled’in yerleştiği önemli bir kültür merkezi oldu. 14. yy başında Karamanlıların, 1466’da da kesin olarak Osmanlı topraklarına geçti. Bölge Mevlevi kültürünün baş şehri unvanına layık oldu.

İlin orta kesiminde kurulan kent, bir höyük olan Alaeddin tepesinde gelişmiştir. Tarihte ilk çağdan beri Anadolu’daki önemli yolların kavşağında yer alan Konya, Anadolu Selçukluları ile Karamanlıların değerli yapılarıyla bezendi. Tarih boyunca önemli yerleşim bölgelerinden biri olan Konya’da Akmanastır, Hagia Eleni Kilisesi, Ata Külliyesi, Alaeddin Camisi, Selimiye Camisi, Mevlana Türbesi ve Dergahı, Sadreddin Konevi Cami ve Türbesi…

GÖÇ NASIL GERÇEKLEŞTİ

İşte yüzyıllar boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapan ve 13. yy’da Bahaeddin Veled ve müritlerinin Konya’ya teşrifleri ile büyük Mevlevi kültürünün yeşereceği topraklara göç şöyle gerçekleşti:

Bahaeddin Veled, Larende’de yedi yıl ya da daha fazla kaldı. Bu süre içerisinde tesirli sözleri, faziletli şahsiyeti ile şöhreti yayıldı. Ve Selçuklu Devleti Sulatnı Alaeddin Keykubat, onu Konya’ya davet etti. Bahaeddin Veled bu daveti kabul ederek, baş şehir olan Konya’ya yerleşti. Sultan Alâeddin Sultanül Ulema ile tanışınca onun müritlerinden biri oldu. Sultanül Ulema Konya’da iki yıl kaldı ve hicri 18 rebiyyul’ahir 628/Miladi 23 Şubat 1231’de Cuma günü vefat etti.

Konya’da bulunan bir tepecik Sultanül Ulema’nın ve onun ailesinin kabristanlığı oldu. Mevlana’nın Türbesi diye bilinen yer de buradadır. Şimdiki gördüğümüz oradaki bina bu kabirlerin üzerine yapılmıştır. Zahir ve Batın ilimlerde otorite kabul edilen Bahaeddin veled’in vera ve takvası sonsuzdu. En önemlisi de kendinden sonra Mevlana’nın eserlerine, fikirlerine büyük tesiri yapan “Maarif” adlı eserini bıraktı.

BAHATTİN VELED’İN EN BÜYÜK MİRASI

Allah yolunda nice alimler yetiştiren, nice insana bu yolda hizmetlerde bulunan, bilgisini ilmini icra etmek uğruna doğduğu toprakları terk edecek kadar hak aşığı olan Bahaeddin Veled ardında tüm dünyaya ışığını yayacak, yüzyıllar boyunca gazelleriyle insanlığa seslenen kendi gibi Kuran ve Sünnet yolunda yürüyen bir evlat bıraktı…

Bu abidevi şahsiyet Mevlana idi… 

Babası vefat ettiğinde Mevlana celaleddin yirmi dört yaşındaydı. Babasının talebelerinden ve müritlerinden bir grup onu imam seçtiler. Bahaeddin veled’in vefatından sonra babasının makamına oturan Mevlana, vaazlara başladı.

MEVLANA’YI MEVLANA YAPAN ŞAHSİYETLER

Mevlana’nın yetişmesinde önemli rol oynayan şahsiyetler arasında babası ve Şems’in dışında Seyyid Burhaneddin de yer aldı. Bu denli önemli üç alimin ilmiyle kavrulan Mevlana için Şems’in nurlu aynasında yanan Mevlana, babası bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin’in nefesleriyle pişmiştir derler… Babasının ardından ilim ve irşat çalışmalarına devam eden Mevlana, babasının müritlerinden olan Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi’nin Konya’ya gelişine kadar bir yıl boyunca dinin müftüsü görevini yürüttü.

Mevlana’nın babasından sonra ilim ve irfanda olgunlaşmasına vesile olan Alimler oldu. Seyyid Burhaneddin de bunlardan biriydi. Mevlana daha çok küçük yaşlarda iken terbiyesiyle ve eğitimiyle meşgul oldu. Seyyid Burhaneddin, Konya’ya gelerek mürşidi Sultanül Ulema’nın oğlu Mevlana’nın olgunlaşması için eğitimini yine üstlendi. Ve Mevlana, Seyyid’in hizmetinde dokuz yıl kaldı.

Mevlana, Burhaneddin ile bulunduğu bu süre içerisinde onun tavsiyeleri doğrultusunda Halep ve Şam’da ilim tahsili aldı. Mevlana Halep’te halaviye Medresesi’nde devrin meşhur üstatlarından olan Kemaleddin b. El-Adim’in yanında eğitim aldı. Halep’te gerekli ilimleri elde ettikten sonra kendini geliştirmek adına dönemin ilim ve irfan merkezlerinden Şam şehrine hareket etti. Burada onu Şam’ın bilginleri ve zamanın uluları tarafından karşılandı ve Mukaddemiye Medresesi’nde tam bir riyazat ile din ilmi ile meşgul oldu.  Şam’da bulunduğu süre içerisinde bazı ünlü âlimlerle görüştüğü rivayet edilir, bunlar: muhavvid ve muhakkik insanları kemale erdiren kal ve hal sahibi Muhyiddin El- Arabî, şeyhlerin ve muhakkiklerin efendisi şeyh sa’deddin el- Hamevi, Salik er-Rumi, Evhaduddini Kirmani ve Şeyh sadreddin el-Konevi gibi Allah dostlarıdır. Mevlana’nın Şam’da görüştüğü ünlü şahsiyetler arasında “Şems-i Tebrizi”nin de olduğu bilinir.

Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi, müridi Sultanül Ulema’nın yolundan yürümeye gayret etti. Seyyid Burhaneddin Mevlana’yı yetiştirmeye gayret etti ve Mevlana’nın yetişip Kâmil olmasında çok emeği geçti. Miladi 1240–41 yılında Kayseri’de vefat etti.

Ve Mevlana Konya’ya döner…

MEVLANA VE ŞEMS-İ TEBRİZİ

Seyyid Burhaneddin’in vefatının ardından beş yıl bekleyen Mevlana 37 yaşında bulunuyordu. Onun hayatında ciddi bir inkılâba yol açacak, kendisinin de şiirleriyle varlığını ve adını bilinir hale getireceği Şems-i Tebrizi 1244’de Konya’ya geldi.

Şemsi Tebrizi Hazretleri, 642 senesinin Cemaziye’l a-hiresinin 26. günü Cumartesi sabah vakti Konya’nın ‘Şekerrizan Hanı’na indi. O zaman Mevlana medresede müderristi. Şems-i Tebrizi, önceleri Şeyh Ebu Bekr-i Tebrizi Sellabaf’ın müridi oldu. Seyri sülükünü tamamladığı vakit bir mürşit bulmak maksadıyla Allah dostlarını aramaya yola çıktı. Sepet ve zembil örücüsü Şemseddin-i Tebrizi, Tebriz şehrinde Ebu Bekr-i tebrizinin müridi idi. Velilikte devri alemleri arasında öneli bir yere sahip olan bu zat’ın müridi Şemsi Tebrizi hazretleri de ulaştığı makamdan daha yüksek bir makam arıyordu. O, bulacağı ulu bir zatla yapacağı sohbetlerle ekmeliyet derecesine erme daha iyi daha yüce olma arzusu ile yıllarca seyahat etti. Bundan dolayı ona Şems-i Parende: Uçan Şems adını verdiler.

Şemsi Tebrizi, Mevlana’ya:

“Benim Tebriz’de, Ebu Bekir adında bir şeyhim vardı. Sepet örerdi. Ben O’ndan birçok vilayetlere mazhar oldum. Fakat bende öyle bir hal vardı ki, onu şeyhim göremediği gibi, hiç kimse de görmemişti. O şeyi, Hüdavendigarım Mevlana gördü, dedi.”

“Allah’a yalvardım:

–       Yarabbi, beni kendi velilerinle tanıştır. Onlar ile yoldaş et! Dedim.

Rüyamda:

–       Seni bir veli ile yoldaş edeceğiz, dediler.

Sordum:

–       O veli nerededir?

Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında olduğunu söylediler.

Bir zaman sonra tekrar gördüğüm bir rüyada:

–       Henüz vakit gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır, dediler.”

Şems-i Tebrizi Mevlana’yı ararken Şam’da Şeyh Muhammed Muhyiddin-i İbnül Arabi ile Bağdat’ta şeyh Evhadüddin-i Kirmani ile görüştü. Şems-i Tebrizi Rasulullah Muhammed’e (sav) ve onun hadislerine son derece bağlıydı. Her zaman ona bağlılığını zikretmiş ve bunun ehemmiyetini sözleriyle beyan etmiştir.

Şemsi Tebrizi bu anlayış ile şehirleri ve diyarları dolaştı ve sonunda Mevlana şehir Konya’ya ulaştı. Konya’da ‘Şekerfürûşan’: Şekerciler Hanı’na indi.

İKİ DENİZİN BULUŞMASI

Ve iki deniz buluşuyor… Şems’in Mevlana’ya varıp sorularına aldığı cevaplarla mest olmasını duyumsadığımız o diyaloglar işte bu cümlelerle gerçekleşti.

Bir gün Mevlana, Pembe-Fürûşan Medresesi’nden çıkarak “Şekerciler hanının yakınından geçiyordu.” Şems Mevlana’yı görünce yerinden kalktı, katırının dizginini tuttu ve:

“Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Allah adlarının bilgini! Söyle, Muhammed Hazretleri mi, yoksa Bayezid mi büyüktü?” diye sordu.

 Mevlana:

—  “Hayır, hayır! Muhammed Mustafa (sav) bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir. Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur.” Diye cevap verdi.

Şems:

–         Bayezıd, Peygamber (sav) hazretlerine o derece uyuyordu ki, onun kavunu ne şekilde yediğini bilmediği için, bütün ömrü boyunca kavun yemediği halde

 –       Ben kendimi tenzih ederim, benim şanım ne büyüktür, der.

Bazen de:

–       Cübbenin içinde Allah’tan başka hiç bir şey yoktur, diyordu.

Halbuki peygamber hazretleri, sonsuz olgunluğuna rağmen:

–       Bazen kalbime gaflet çekiyor, O’nun için her gün yetmiş kere Allah’tan mağfiret dilerim, buyuruyor. dedi

Mevlana o an ki halini şöyle açıklar: “Şems bana o soruyu sorduğu vakit tepemden bir delik açıldı, oradan bir duman çıktı, ta Arş’ın tepesine kadar yükseldi.”

Mevlana:

 —  Bayezid olgun velilerden ve gönül sahibi eren ariflerden olsa da, onu kendince malum olan makamdaki velilik dairesinde bulundurdukları ve o makamın ululuk ve mükemmelliğini kendisine açtıkları vakit, kendi makamının yüksek vasıflarından ve ittihattan dolayı o sözü söylüyor.

 —  Halbuki Peygamber (sav) hazretlerini, her gün yetmiş bin makamdan geçirdikleri için erdiği ilk makamda, o makamın yüceliğinden dolayı şükrediyor ve onu sülûkünün sonu biliyordu. İlkinden daha yüksek bir makam gösterdikleri vakitte, o makamda kanaat edip mağfiret diliyordu. Dedi

Mevlana’nın sorusuna verdiği bu cevapla Mevlana Şemsettin aradığı alimin Mevlana olduğu anladı. Beraber Mevlana’nın medresesine gittiler. Uzun müddet görüşüp, konuştular. İlk seferinde altı ay Şeyh Selahaddin Zerkub’un hücresinde birbirleriyle sohbet ettiler. Konya’da Mevlana ile Şems’in buluştuğu yere, Rahman suresinin 19. ayetinden alınan “iki denizin kavuştuğu yer” manasına gelen “Meracel-Bahreyn” derler. Mevlana ve Şems, bir – iki yıl rahat ve huzur içerisinde kaldılar. Bulundukları bu halvet içerisinde aylarca oruç tutarak, hiç dışarı çıkmadan durdular. Ama Allah’ı takdisle meşgul olan Mevlana Şems ile geçirdiği bu süre içerisinde okutmak ve vaaz etmekten elini çekti. Konya’nın büyükleri, bu halin ne olduğu, Mevlana’ya eski dostlarını unutturan bu adamın kim olduğu, nereden geldiği konusunda kıyametleri kopardılar.

ŞEMS’TEN AYRILIŞ

Bu hal karşısında halk kıskançlık besleyerek bu iki yüce insana söylenmeyecek sözler söylediler. Mevlana’nın Şems sohbetleriyle halktan kopması, halkın önde gelen kişilerinin kim olduğunu bilmedikleri Şems’in aleyhinde konuşmasına ve bu büyük adamın aleyhinde birleşmelerine yol açtı. Halktan herkesin onlara karşı hareket etmeye başlamaları dostlar arasında büyük bir üzüntüye yol açtı. Ve Şems halkın düşmanlıkları haddini aşınca Şam’a doğru yola koyuldu.

Şems Konya’ya ilk gelişinde 15 ay 25 gün kaldı. Mevlana, Şems’in ayrılığından tarifsiz hüzünlere battı. O, kendileri hakkında kötü konuşan müritlerinden de elini çekti.  Şems gidince Mevlana’nın yalnızca onlara kalacağını zannedenler yanıldı hatta Mevlana’nın dostluğunu da kaybettiler.

Mevlana Celaleddin, bir gazelinde bu ayrılıktan dolayı ne hale büründüğünü şöyle anlatır:

“Gel, gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende ve ne din. Şu yoksul gönülden karar da gitti, sabır da.

Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, can evimdeki yanıp yıkılmayı sorma. Çünkü söze sığmaz bunlar, gel de gözünle gör.

Senin hararetinle, pişmiş bir somun gibi al aldı yüzüm. Şimdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım. Gel de, yollardaki topraklardan topla beni.

Tıpkı aynaya benzerdim. Yüzünden hayaller toplardım. Şimdiyse bak da gör, yüzüm nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk. Suya benziyorum. Eğri büğrü bir derede sağa sola akmadayım. Ayrılık, sağımda da pusu kurmuş, solumda da.

Gece gündüz, yüzümün hayaliyle yer gibi yüzümü göğe tutuşum ey göğe de sığmayan, yere de sığmayan sevgili.

Dua ederken ah edişlerim, ayna renkli göğe ulaştı. Nerede bir namaz vaktini bilen bir kulak ki, amin desin. Seher çağı dertle bir mektup yazdım, seher yeline verdim. Allah aşkına oku dedim, seferden yüz çevir artık. Başın kille ıslaksa bile yıkama gel. Ayağına diken bile battıysa, çıkarmak için oturma gel.

Gel, gel de beni kurtar gel git sözünden. Gel gel de canım O’ndan da kurtulsun, bundan da.

Sana haber gönderdim, seher yeline dedim ki: Ey aşıklar elçisi, ey emniyetli elçi, Allah aşkına söyle.

Sulara ateşlere battım. O sevgili, işte ancak çaren bu diye bana ne yazdı, ne çare buldu, anlat!”

Kıskançlıktan gaflete dalan topluluk bu işe girişmekle ne büyük hata yaptıklarını anladılar. Mevlana’nın kapısına geldiler, tövbeler ediyoruz, bilgisizliğimizle günah işledik, bir daha böyle bir şey yaparsak cezamızı sen ver diye yalvardılar.

Halkın pişmanlık duyması ve özür dilemesi Mevlana Sultan Veled’e dönerek:

 –       Birkaç arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Sultan Veled iltifat telakki ettiği bu emri yerine getirmek üzere hemen yola koyuldu ve Şam’a gitti. Sultan Veled ve arkadaşları Şems’i buldular, huzuruna çıkıp başını kulluk secdesine koyarak elini öpme şerefine eriştiler. Şam’da bulundukları günlerde, sema ve zevk ile meşgul oldular ve Konya’ya doğru yol aldılar.

Ve iki deniz tekrar Konya topraklarında kavuştular… Gazeller okutan ayrılık son bir kez daha dindi ve Mevlana Şems’e kavuşmanın sevincini gazellerine son bir kez daha işte böyle döktü…

 Mevlana sevincinden gazeller okuyor, müjdeler veriyordu.

“Yola su serpin, işte sevgili geliyor. Bahçeye müjde verin. Nurlar bağışlayan yüzünden nurlar saçarak geliyor.

Yeryüzü gökyüzüne döndü, cihana bir velveledir düştü. Amberler misk kokmada. Sevgilinin sancağı erişmede…

Bağa bir parlaklık geldi. Bağ, göz sahibi oldu, ışıklandı. Gam bir yana kaçıyor, ay kucağımıza doğuyor.

Ok, uçup gitmede, hedefe vurmada… peki amma biz, ne diye oturuyoruz? Padişah, avdan geliyor.

Bahçe selam veriyor, selvi ayağa kalkıyor, yeşillik yaya yürüyor, gonca ata binmiş, ulaşıyor.

Gökyüzündeki halvet erleri, ne çeşit şarap içmedeler ki, ruh harap bir hale geldi. Sarhoş oldu. Akıl, kendisinden geçti, mahmurlaştı.

Bizim civarımıza gelirsen bil ki, huyumuz susmaktır. Çünkü bizim sözlerimizden toz kopmadadır, toz.

Ey Şemsettin, senin güzel gözlerin için canım pusudadır. Geceleri, uykum, huzurum gitti, fakat karar ve istirahat günü geliyor.”

Şems bu ikinci gelişinde Konya’da tam altı ay kaldı, yine bu süre içerisinde medresenin hücresinde Mevlana ile sohbet ettiler. Hücrelerine de sultan Veled ve Şeyh Selahattin’den başka kimse girmiyordu. Hüdavendigar hazretleri Mevlana Şemsettin hazretleriyle eskisinden daha da kaynaşıp birleşti ve gece-gündüz sohbet etti.

Mevlana Şemseddin bir süre sonra Mevlana hazretlerinin yetiştirmesi olan “Kimya” adında bir kızla evlenmek istedi, Hüdavendigar hazretleri onun bu isteğini memnuniyetle kabul etti. Ve evlendiler.

Hüdavendigar hazretlerinin ortanca oğlu Alaaddin Çelebi’nin gönlü Mevlana Şemseddin’e karşı bulandı. Alaaddin’in husumetleri, düşmanlıkları pusuda bekleyen halka ganimet etkisi yaptı. Yeniden tövbelerini bozan kıskanç ve kindar bu topluluğun kötü niyetleri tekrar gün yüzüne çıktı.

Sultan Veled, Şems-i Tebrizi’ye karşı tekrar başlayan düşmanlıkları beyan etti. Bunun üzerine Şems Veled’e dedi ki:

 “Bu sefer, öylesine bir gitmek istiyorum ki, hiç kimse benim nerde olduğumu bilmesin. Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak. Böylece birçok yollar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile bulamayacak.”

Derken herkes rahat ersin diye Şems tekrar görünmez oldu. Şems birkaç gün görünmez olunca Mevlana hazretleri dertle feryada başladı. Her yerde aradılar ama ondan bir ize rastlayan olmadı, hiç kimse ondan bir haber alamadı.

Şems’in kayboluşundan sonra Hüdavendigar hazretleri, sabah medreseye girip de Şems’in olmadığını görünce hemen Sultan Veled’in evine gidip:

–       Bahaeddin! Ne uyumuşsun, kalk! Şeyhini ara! Zira yine can burnumun, onun güzel kokularından mahrum kaldığını görüyorum dedi.

Bir gece yedi kıskanç alçak kişi beraber olup pusuya yattılar. Fırsat bulur bulmaz da katlettiler. Şems’i öldüren hayırsızlar onu bir kuyuya atmışlar. Mevlana, ortanca oğlu Alaeddin Muhammed’in de katilleri arasında bulunduğu Şems’i Tebrizi’yi Şam’da aradı. Aylarca Şam’da kaldığı oldu. Onu her yerde aradı. Bir gece Sultan Veled rüyasında Şems’i gördü, Şems ona:

 –       Falan yerde uyumuşum, dedi.

 Sultan Veled müritlerini gece yarısı toplayarak Şems’in katledilip kuyuya atıldığı denen yere gidip onun mübarek vücudunu dışarı çıkardılar. Ve gömdüler.

Mevlana’nın Şems’e olan sevgisi o kadar büyüktü ki, kim Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını feracesini çıkarıp verirdi.

Mevlana her zaman Şems’ten alacağı bir haberle yaşadı. Onunla Allah aşkını en yükseklerde yaşayan Mevlana, kim bir müjde verse canını vermeye hazır dururdu. İşte bunu şu kıssadan çok net anlıyoruz:

Bir gün bir adam:

–       Mevlana Şems’i Şam’da gördüm! Diye haber verdi.

Mevlana buna tarifsiz sevindi. Başındaki sarığını, sırtındaki feracesini, ayağındaki ayakkabı ve çizmesini ona bağışladı.

 Mevlana’nın dostlarından biri:

–       Bu adamın verdiği haber yalandır. O Mevlana Şems’i hiç görmemiştir, dedi.

Mevlana:

 –       Evet, onun verdiği bu yalan haber için sarığımı ve feracemi verdim. Eğer doğru haber verseydi, elbise yerine canımı verirdim ve kendimi onun uğrunda feda ederdim, dedi.

KONYA’YA GERİ DÖNÜŞ

Mevlana aylarca süren Şam seyahatinden sonra Konya’ya döndü. Şems’in ardından eski hali olmayan Mevlana, Şems’ten ümit kesince, kendisine hâldaş ve gönüldaş olarak Konya civarında bulunan Kamile denilen köy halkından “Selahaddin Zerkub”u seçti. Yani kuyumcu-sarraf Selahaddin. Ve Mevlana’nın akrabalık vasfına da ereceği Selahaddin Zerkub ile olan münasebeti işte böyle başladı…

Mevlana coşkunluğunu onunla yatıştırdı. Selahaddin’in irşadı bir başka, ihsanı ve keremi de herkesten fazlaydı. Hüdavendigar hazretleri iç bakımından şey Selahaddin’e ilgi ve yakınlığı tamdı. Bu sebeple bu yakınlığın aynı zamanda dıştan da nesebinin kendisine bağlanmasını istedi. Sultan Veled ile Selahaddin Zerkub’un kızı Fatma Hatun’u evlendirdi ve nesebi Şeyh Selahaddin’in sülalesi ile birleşti. Tam on yıl Mevlana hazretleri onunla dostluk etti. Şey Selahaddin, Mevlana’ya hem bir halife hem de emin bir arkadaş oldu. Ve 657 hicri yılının muharrem ayında vefat etti.

ÇELEBİ HÜSAMETTİN İLE TANIŞMA

Selahaddin Zerkub’un ardından meşhur eseri Mesnevi’ye ilham kaynağı olacak olan ve “akıl mahiyetini açıklamaktan aciz kaldı” diyerek yücelteceği Çelebi Hüsamettin ile Mevlana’nın muhabbeti başlar… Hayatında ilmi adına en önemli yerlerde gördüğü onca alimden sonra yıldızlara benzeteceği bu Çelebi’den Mesnevi’nin I. Cildinin ön sözünde ondan şöyle bahseder:

 “Ahi-Türkoğlu diye tanınmış, faziletler sahibi hak ve dinin husamı (kılıcı) Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’dır. O, vaktin Bayezidi’dir, zamanın Cüneydi. Sıddıkoğlu Sıddıkoğlu Sıddık’tır. Aslen Urumyalı’dır ve ‘Kürd olarak yattım Arab olarak kalktım’ diyen Kadri yüce Şeyh’in soyundandır.”

Hüsamettin Çelebi’nin ataları da Konya’ya göç eden bir kavimdi ve o Konya’da dünyaya geldi. Mevlana’nın şiirlerinde onun adına izafe edilen “Çelebi” kelimesi Hüsamettin’in unvanlarındandır. Şeyh Selahaddin dünya aleminden göçtükten sonra, Mevlana’nın inayetiyle hilafet ve velayet Hüsamettin Çelebi’ye geçti. Onda da Selahaddin’in halini gören Mevlana dokuz yıl boyunca onunla da durmaksızın sohbetler etti. Sultan Veled’in bahsettiğine göre. Birisi, Mevlana’ya: üç naipten hangisi daha iyiydi diye sordu.

 Mevlana:

Şems güneş gibiydi, Selahaddin ise ay. Padişah Hüsamettin yıldıza benzer. Çünkü o melek taifesine katılmıştır. Değil mi ki her biri seni Allah’a ulaştırıyor, hepsini bir bil. Hangisinin eteğine yapışırsan seni diriltir; artık ölmezsin!

Meşhur Mesnevi’nin de Hüsamettin Çelebi’nin ricası ile yazıldığı kaydedilir. Mesnevihan Siraceddin’den bu konu üzerine şunlar aktarılır:

“Bir gece Çelebi Hüsamettin Mevlana’ya gelerek:

Gazel divanları çoğaldı. Bunların sırlarının nurları, deniz ve karaların, doğu ve batının her tarafını kapladı. Eğer hakimin ilahi nümesi tarzında ve Mantkıku’t-Tayr’ın da veznin de bir kitap yazılırsa, bu bütün insanlar arasında hatıra olarak kalır, aşıkların ve dertlilerin can arkadaşı olur. Bu son derece büyük bir merhamet ve inayet olacaktır…”

 Bunun üzerine Mevlana, mübarek sarığının içinden bir cüz çıkarıp, Çelebi Hüsamettin’e uzattı. Bunda Mesnevi’nin başında bulunan 18 beyiz yer alıyordu.

 –       bu fikir sizin mübarek kalbinize gelmeden, böyle bir eserin yazılmasını Rahman ve Rahim olan Allah, gayb aleminden kalbime ilham etmişti. Bizim iç alemimiz senin ahengine uysun, harekete gelsin, bu manaların kelimelerini nazıma başlasın! Buyurdu…

AHİRETE GÖÇ

Ve Kuran ve sünnet yoluna adanmış bu beden de sonunda ebedi olarak kalacağı ahiret hayatına intikal etti. Her göçe benzemeyen bu gidiş Kuran-ı Kerim’de de bir çok ayet-i kerimede “Her nefis ölümü tadacaktır” Âl-i İmrân, 3/185, “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır.” Âl-i İmrân, 3/145, “Her nefis ölümü tadıcıdır, sonra bize döndürüleceksiniz.” Ankebut, 29/57 şeklinde açıklanmıştır.

Alemleri yaratan yüce Allah doğumu yarattığı gibi ölümü de gerçek kılmıştır. Her canlı için kaçınılmaz bir gerçek olan ölüm, yüce Allah’ın kitabında da açıkca olarak belirtilir. Ve kullarına böyle emreden Rahman ve Rahim olan Allah’ın, onun kitabı ve peygamberinin sünneti yolunda yaşama gayreti içerisinde hayatını sürdüren Mevlana da bir gün hastalığın sarı ışığına yakalandı ve Hicri, 5 Cemaziyel-ahir 672/Miladi, 17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken ahiret hayatına göç etti.

 KONYA VE MEVLANA

İşte burası Mevlana ile Konya olan, Mevlana ile Mevlana şehri olan ve türbesinin de buraya ait olduğu şehir Konya… Konya’da yüzyıllar öncesinden günümüze kadar Mevlana’ya ve Mevlevilik kültürüne dair pek çok bina inşa edildi.

Mevlana çağının müftüsü olan mutasavvıf bir şahsiyetti. Ve Müslümanlara ait mezarların üzerine türbe ve kubbe yapma konusuna hoş bakmaz: “Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak mana sahiplerince makbul değildir” derdi. Mevlana böyle bir yaklaşımla türbe ve mezarlara karşı durup uygun görmezken, onun vefatından sonra mezarının üzerine kubbe yaptılar ve adına da bir türbe inşa ettiler.

Ve Konya’yla bütünleşen Mevlana türbesi günümüze kadar geldi. Mevlana Celaleddin rumi’nin de mezarının bulunduğu bu dergah Konya’nın kent merkezi içinde yer almaktadır. Dergahın dışı yeşil renkli çinilerle kaplı ünlü türbesi 1274’te Anadolu Selçukluları döneminde yapıldı. Mevlana hazretleri ile oğlu Sultan Veled’in gök mermerden sandukalarının bulunduğu türbeye üç yönden üzerleri küçük kubbelerle örtülü mekanlar eklendi. Burada 65 tane daha sanduka yer alır. Bu sandukalardan altı tanesinde Horasan erenleri diye anılan Mevlana ile birlikte Konya’ya gelen dervişlerin yattığına inanılır.

MEVLANA’NIN AİLESİ

Mevlana’nın hanımı ve çocuklarından kısaca bahsedeceğiz şimdi de…

Mevlana’nın iki eşinden dört çocuğu dünyaya geldi. Mevlana Celaleddin Hazretlerinin üç erkek bir de kız çoğu vardı. Bahaeddin Veled ve Alaeddin Muhammed Hoca Şerafettin Lala’yı Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun’dan dünyaya gelirken Muzaffereddin Emir Alim Çelebi ve Melike Hatun ise Konyalı Kira Hatun’dan idi.

ESERLERİ TERCÜME EDİLİYOR

Mevlana kendini ve dolayısıyla eserlerini kaplayan aşkı, medreselerden ve gönül sahibi sufilerden elde ettiği yüksek seviyedeki bilgilerini, eserlerine aktardı. O İfadesindeki sadelik ve açıklıkla güç anlaşılacak konuları gündelik hayata indirgemeyi başaran nadir alimlerdendi. Şair, bilgin ve arif bir şahıs olan Mevlana’nın, bireyin ve toplumun olgulaşması için kaleme aldığı eserleri sahip olduğu hoşgörülü ve ikna edici üslubuyla 21. yy’a kadar geldi, hala insanlığın ortak dertlerine çözümler getirmeye devam etmektedir.

Hayatı boyunca çalışıp çabalayan, manevi eserler ortaya koyan Mevlana’nın dünyaca ünlü olan bu eseri, mesnevi tarzında yazıldı. İranlıların milli nazım ölçüsü olan mesnevi, aruz vezniyle yazılmaktadır. Farsça söylenip yazılan eserin tamamı altı cilttir. 13. yy’dan 21 yy’a kadar dünyanın birçok diline tercüme edildi, aslı tıpkıbasım yapılmış defalarca yayınlandı. Bu nadide eser, yazıldığı günden zamanımıza kadar çağın dil anlayışlarına göre insanlara sunuldu. Fars edebiyatında mesnevi tarzının mevlana’dan önce gelen isimleri arasında; Firdevsi, Sa’di ve Nizami vardır. Mesnevi, mevlana’nın Hüsamettin Çelebi’yle sohbet günlerinin en güzel yadigarı olarak anılır.

Mevlana’nın diğer eserleri arasında en coşkulu döneminde kaleme aldığı Farsça şiirlerinden oluşan Divan-ı Kebir, Divan-ı kebir’e ek olarak yine Farsça metinlerden oluşan Rubaiyyat’tır.

“içinde ne varsa içinde” anlamına gelen Fihi Mafih eseri, onun bazı zamanlarda kaleme aldığı, bazı şahsiyetlerle yaptığı sohbetlerin ve bu sohbetler sırasında sorulan sorularla cevaplarının not edilmesinden meydana geldi. Mevlana Hazretlerinin çeşitli zamanlarda verdiği yedi vaazının bulunduğu “Mecalis-i Seb-a” katipler tarafından not edilmesinden oluşmaktadır.

Ayet ve hadislerle, Mevlana’nın hikmet dolu beyitleriyle süslenen “Mektubat” onun çağdaşlarına yazdığı mektupların bir araya getirilmesinden meydana gelmiştir. Mevlana’nın yaşadığı dönem içindeki şahıslara yazmış olduğu bu mektuplar 150 adettir.  

Bir yanıt yazın